Sıcak akşam duşumu aldım, güllü kremime bulandım, ılık suyumu yudumladım. Islak saçlarımla sırtımın arasına bir peştamal atıp huzuruna çıktım sanga. Saçımı kurutamayacak kadar acil bir yazma dürtüsü geldi. Size yeni tanıştığım duygu ada’mı takdim edecekmişim.
Inside Out animasyonunu izleyeniniz var mı? Başrol karakterlerimiz; Riley isimli bir kızcağızın iç dünyasındaki duygulardır bu animasyonda. Üzüntü, Neşe, Öfke, Tiksinti, Korku, Güven gibi duygular ve adaları vardır. Gün içinde Riley’in yaşadıklarına göre sırayla kumandayı ele alıp Riley’i yönetmektedirler. Bunların ilk nasıl oluştukları flaşbeklerle gösterilirken, Riley büyüdükçe yeni adalar da eklenir.
Kumandayı genelde Neşe yönetir. Diğerlerine ılımlı ve anlayışlı olsa da Üzüntü’yü hep dışlamak istemektedir. Animasyon boyunca Üzüntü duygusunun da hak ettiği değer ve alanı kazanabilmesi üzerine bir takım zorlu olaylar olur. Maceralar maceralar.
İşte ben de altı aydır bir duygum ile tanış olma macerasındayım sangacım. Öyle yüce, ilginçli, havalı psikolojik isimli, geniş duygu yelpazesinin kıyı köşesine saklanmış bir duygu da değil üstelik: 36 yaşım boyunca yok saydığım, fark etmediğim, kışkışladığım bir duygum yaz ve sonbahar boyunca diğerlerini ittirdi kaktırdı öne çıktı, kumanda panelini ele geçirdi ve işte huzurlarımda: Öfke!
Bildiğiniz öfke. Hiç orijinal değilim.
Hadi canım, hiç mi sinirlendiğin olmadı diye sorarsanız, oldu oluyor tabi, ama bu anlar kısacıktır, saman alevi türevi gelir, geçer. Öfke başka, sinirlenmek başka şey gibi geliyor. Heyecanlı, sabırsız ve içi dışı bir bir tip olduğum, ses tonumu illa inceltilmiş kibar ayarında tutmadığım için, kızdım sanıldığım çok olmuştur. (Watsapp’ta ikon eklemeyince ciddi-sert-umursamaz sanılmak gibi bir şey bu tatlı ses tonu da.) Halbuki hiç kızmıyor, olan biteni ifade ediyordum. Anlıktı. Takılmıyor, uzatmıyordum. Kızma hali uzarsa mı öfkeye dönüşüyor?
Öyleyse eğer, asla öfkeli kalmaz, kalacak gibiysem de sağaltmak için hemen muhatabıyla konuşur, derdimi anlatır, anlamak ve anlaşılmak için elimden geleni yapardım. Şimdi anlatacaklarımdan yoga hocalarımız huzurlarında biraz utanıyorum. Öfke diye bir duygunun aslında olmadığına, insanların hayal kırıklığı, üzüntü, korku gibi bir takım başka duyguları o anda tanımlayamayıp onları yönetememe, içinden geçememe gibi sebeplerle öfkelendiklerini düşünürdüm hep ve (utandığım kısım burası, Utanç isimli bir duygu adam var çünkü) üstelik bunu konuyu açan bir iki yoga öğrencime de böyle anlatmıştım. Kendini kontrol edememek, kendini anlayamamak ya da meramını dile getirememekten kaynaklıydı öfke. Aslında bir başka duygunun örtüsü idi. Örtüyü kaldırıp asıl duyguya ulaşır ve üstünde çalışırsan öfkene gerek kalmaz, seni yiyip bitirmezdi. Güçsüzlüktü öfke. İradesizlikti. Zararlıydı. (Babama göreyse Üzüntü güçsüzlüktür.) Kayık boş idi. (Bana inanmazsan Karacaoğlan – pardon Osho der ki…)
Yaşadığın olay her ne ise onu fazlaca kişiselleştirmek, büyük resmi görememekti öfkelenmek. Halbuki yogaya göre kimsenin kimseyle alıp veremediği yoktu, herkes kendi dünyasında yaşıyordu. Biz ona yorum yükleyip filtremizden geçiriyorduk. (Kumanda panelindeni duygu tipleri.) Hem kornaya yüklenen adamın belki acelesi vardı. Şeritten çıkanın belki aklı bir şeye gidivermişti, bize de olmuyor muydu? Bize sesini yükselten aslında korkmuştu. Dedikodu yapan komşu teyze yapsındı, hoşumuza gitmiyorsa bize düşen onunla vakit geçirmeyip dedikodusuna maruz kalmamaktı. Bir yanağımıza vurana diğerini çevirmiyor muyduk? Tepkisizlik, nam-ı diğer Vairagya bir erdem değil miydi? Öfkelenmeyen yogiler, yükselmeyen sufiler değil miydi ilhamımız? Sufi dedesinden el almış, 95’inde öleli çok olmuş pamuk anneanneciğim hiçbir şeye kızmadığı için hala övülmüyor muydu ailede? Beni de ona benzetmiyorlar mıydı hani hep?
Eyvah eyvah.
Gel gör ki bu yaz offf – çok öfkelendim sanga! Hem ben yandım, hem yakmak yıkmak istedim. İçimde bir ejderha ateşi uyanmış, püskürtmezse kendi yanacak. Baş edemedim, şaşırdım, çok yoruldum ve kendimden çok utandım. Öfkelendiğim için. Öfkem dinmediği için. Öfkemi muhataplarına açık açık yansıtmadığımdan nereye yönlendireceğimi, nasıl yöneteceğimi bilemedim. Savruldum durdum. Defne hocanın tabiriyle her gelen dalgayla sörf yapmak yerine alabora oldum, bol bol su yuttum.
Neredeyse iki kat zam ile saati 1200TL’ye çıktığını söylemeden geçemeyeceğim psikologuma utana sıkıla öfkemden bahsettim. Hiç unutmayacağım bir seans oldu. Selam Öfke Adası. Hello yetişkinlik. Tanıştığıma memnun oldum. Bugün kimi yakıyoruz bakalım?
Önce tüm bunların başlamasına vesile olan son narsist sevgiliyi yakıyormuşuz. Sonra kendi eksikliğiyle yüzleşmek yerine en yakınından, benden hınç çıkarmayı seçen bir dost da yansınmış. Vaktiyle beni yalanla, arkadan iş çevirmekle itham ederek küsüp giden inatçı başka bir eski arkadaş durduk yere (durduk yere değil, ben yakıp sindirebileyim diye) tekrar kapımı çaldı. Peki, alevlere buyur. Hocalık yaptığım yoga dersinde defalarca sen sus kendi partnerine bak dediğim halde benim partnerimi yönlendirmeye çalışan heyecanı fazlaca yükselmiş bir öğrencimi bir anlık yakıverdik. Ben ve yeni dostum Öfke. Oradan hızımızı alamadık, lise hayatım boyunca tüm arkadaşlarımı benden uzaklaştıran, yer yer zorbalık yapan, on yıldır görüşmediğim kuzenim ile ateşi canlandırdık. Bir takım mülkiyet meseleleri ile bize psikolojik baskı ve duygusal manipülasyon yapan hiç sevmediğim akrabalarımı da ateşe attık. Harladık da harladık.
İlla ki anlamak, anlaşılmak, empati yapıp sebebini aramak, n’olur beni sevsin, görüşmesek de sevgi dolu kalalım, sevişmesek de selamlaşalım gibi oyalanmalarla aşırı mesai yapmış Üzüntü ve Beklenti (beklenti bir duygu mudur?) duygularımı biraz dinlendirdik. Akmayan musluğun başında beklemeyelim, gidişimizi öfke kolaylaştıracaksa öyle olsun, kullanalım dedik. Simittir, pizzadır, elimizden hamurişlerini, işlenmiş şekeri düşürmedik. Çaya Yodha öğreniyorduk ama Balakrama’ya da sık sık uğradık. Kendi öfke adasıyla tanış olan başka arkadaşlara merakla sorduk, sen öfkelenince ne yapıyorsun? Senin öfken nasıl? Ne kadar sürüyor? Geçen bir şey mi, aklına geldikçe öfkelenmeye devam mı ediyorsun? Yorulmuyor musun?
Derken derken… Aylardır kah yükselen kah azalan alevler dinmeye yüz tuttukça… Tutulma ile birlikte son bir kaç yüzleşme ve eleme de olup bitip ortalık temizlenince… Oh be. Durulmaya başladık. Ateşteki küllere bakarak tekrar merkezlenmeye.
Yeni yeni anlıyorum, o yüzden çok da emin olmayarak yüksek sesle düşünüyorum ki Öfke hem gerçek, hem gerekli bir duyguymuş. Yeri gelir hakkımızı savunmak, sınırımızı çekmeye yardım edermiş. Daimi sürmesi tehlikeli olabilse de, kendisi bizi korumak için varmış. Öfkelenen insan illa iradesiz insan demek değilmiş. (Gün boyu ota boka öfkelenmekten ya öfkeyi illa muhatabına kusmaktan bahsetmediğimi anladınız.) Yeri gelir bedenin elektriği olurmuş öfke. Allah korusun yok sayılmış öfkenin kansere kadar yolu varmış. Uygun zamanda uygun öfke duygusu lazımmış. Başka? Üçüncü senesinde çiçeği burnunda bir şedov öğrencisi olarak ateştir, sindirmektir, hazımdır, lazımdır, doğaldır gibi konulardan burada bahsetmek benim harcım değil. Onları bazen Fatma hoca ile konuşuyoruz, ben danıştıkça. Konuştuğumuzla kalalım. Deneyimlenmeyen bilgi çöp bilgi miydi, dedikodu muydu? Şimdilik dedikodu olsun bu yazdıklarım da. Deneyim birikecek daha.
Her türlü astrologun “sıkı durun ikili ilişkiler yanacak, bitenler bitecek” haykırışlarıyla geçen birer tutulma ve dolunay.. Okyanus ortasında ıssız kumsala vurmuş kazazede misali Öfke Adası’nı (eldeki simiti ısıra ısıra) gezip tozup keşfetme.. Upuzun ve çilekeş beş saatlik bir doğa yürüyüşü.. Fatma hoca ile yüz yüze yaptığımız sangalı iki mis ders, biraz Beyoğlu yürüyüşü, profiterol, özlenen dostlarla buluşma.. Son bir psikoterapi seansı derken… Size söylemek nazar değdirmez, kısa meditasyon oturuşlarıma geri döndüm. Yoga okumalarıma. Ilık sularıma. Sabah ilk iş telefonuma uzanmamaya, uyumadan çok önce uçak moduna almaya. Kaygı ataksız uykularıma. Zaten aksatmıyordum ama hakkını daha bir verdiğim, ritmi daha bir tutmuş Çaya Yodha’ya. Şöyle doya doya, uzunca romanlar okuyabilecek konsantrasyona.
Külleri ise henüz süpürmedim. Bir köşede duruyorlar. Ateşi sönmüş odunların saatler sonra kendiliğinden yine ufacık tutuşması gibi, benim küller de bazen tekrar alevlenip sönüyor. Zaten benim süpürmemle değil, kendileri rüzgar ile savrulup dağılsınlar. Tutulma sonrası bende işler böyle. Inside out.